16 aylık bir kuruluş iken Kasım 2002’de iktidar olan AKP’nin 19 yıllık aralıksız olarak Türkiye’yi yönetmesi; ne kazandırdığını bir komplo teorisiyle irdelemek gerekir:

Rahmetli A. Menderes, üçüncü kez seçim kazandıktan sonra, güç sarhoşluğu içine girmişti. TBMM Grubunda; “siz isterseniz şeriatı da getirirsiniz” demişti. Sait-i Nursi’yi yere göğe koymaz olmuştu. Benzeri bir söylem de; gelişmeler üzerine AKP’nin organı durumundaki Akit Gazetesi, 22 Mart günlü manşeti ile seslendirdi: “Meclis isterse hilafeti ihya edebilir” dedi.

FETÖ darbesinden sonra yerine yeni tarikatlar parlatılıyor.

“Dava” amacına gidişi gösteren olaylar art arda yaşanmaktadır.

1933’lerden beri kısmen müze, kısmen cami fonksiyonundaki Ayasofya; koronaya rağmen otobüslerle taşınan kitlelerle oluşturulan bir gövde gösterisiyle müze olmaktan çıkarıldı; KHK ile tamamıyla camiye dönüştürüldü.

Ardından; “açılım” sürecinden beri tartışmalı hale getirilen “Öğrenci Andı” resmen yasaklandı.

Her iki uygulama; hükümetin fiili yaptırımlarıyla uygulanmaya konmuştu. Ama siyasi kurnazlıkla Danıştay kararıyla kesinleştirildi.

Her camide imam bir tanedir. Demek ki Ayasofya’ya birden fazla imam atanmıştır. Bunlardan biri olan ve “Başimam” unvanlı Boynukalın da; siyasi yönetici gibi açıklamalar yapmaya başladı. Zaten Diyanet İşleri Başkanı da gövde gösterisi şeklindeki açılışta elinde kılıçla kürsüye çıkmış, üstü kapalı şekilde Atatürk’e lanet okumuştu!

Andımız’dan sonra devlet nişanlarından Atatürk silueti çıkarıldı. Bunun Anıtkabir ziyaretinden kaçınan ve buna rağmen Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın oteline giderek ağırlanan Suud kralının devleti ile diğer Arapları memnun etmek için yapıldığı kamuoyunda değerlendiriliyor!

Bununla da yetinilmedi: Türkiye’nin öncülüğünde hazırlanan ve ilk imzanın Türkiye tarafından atılan “İstanbul Sözleşmesi’nden; kanunla kabul edilmiş olmasına rağmen KHK ile çekildiği açıklandı. Kadın özgürlüğünün kısıtlanması mı isteniyor?

TBMM Başkanı da hızını alamayarak; “Montrö’den de çekilebilinir” açıklamasında bulundu.

AKP Grup Başkanı (Mahir Ünal); 7. olağan kongresinden bir gün önce; “19 yılda hazırlık yaptık, asıl işe şimdi başlıyoruz” diyerek partisinin “dava” dediği “gizli ajandası” olduğunu açıkladı.

Bütün bunlar neyi ifade ediyor?

Akit’in manşette duyurduğu işe mi sıra geldiğinin düşünülmesine yol açtı!

***

Aslında BOP “Eş Başkanı” olan AKP Genel Başkanı, kendisine o görevi veren ABD’nin 1946’lardan beri gerçekleştiremediği işi gerçekleştirmek isteniyor gibi. Sanki 19 yıldan beri Türk halkını buna hazırlama algısı yaratıldı!

ABD, İkinci Dünya Savaşı sonunda Stalin’in Boğazlar ve Kars-Ardahan üzerinde hak iddia etmesini fırsata çevirmişti. Kominizm karşıtlığı savı ve Truman doktrini gereği, Marshall yardımıyla Türkiye’ye gelmişti. CİA elemanı özellikli “teknik heyet” ile Türkiye Milli Eğitim sistemini şekillendirmeye; Türkiye’nin İslam devletlerine lider olması için Halifeliği ihya etmesi telkinine başlamıştı. Türkiye’yi “küçük Amerika” yapma sloganlı Menderes de; bu hayale kendini kaptırmıştı. O nedenle TBMM kararı olmadığı halde Amerika’nın yanında yer almak için bir tugay askeri Kore’ye gönderip kırdırmıştı. Tıpkı Enver Paşa’nın Osmanlı Devleti’ni Almanların yanında Birinci Dünya Savaşına –emrivakiyle- sokması gibi!

Laik Cumhuriyet’i eğip bükmek için 19 yıldır mücadele eden AKP hükümetleri; BOP “Eş Başkanlık” sürecinde gerçekleşen “Arap Baharı” sonrasında; toprak bütünlüğüne saygı duya duya; direnen Suriye’yi parçalayan değirmene su taşıdı. Beş milyonu aşkın Suriyeli Arap’ın Türkiye’ye akmasını; Amerika’nın “kara gücü” yapılan PYD’nin özerklik koşulları edinmesini sağladı.

PKK ve PYD terörist grupları ile mücadele adına IŞİD, El Nusra- Aczimendi ve FETÖ gibi dinci teröristler görmezden gelindi.

Ege adalarımızın fiilen Yunanistan tarafından işgaline seyirci duruldu.

Türkiye’nin Araplaştırılması için ekonomik krize rağmen Kanal İstanbul sevdası önceleniyor. Böylece hem Montrö Antlaşması geçersiz hale getirilmek isteniyor. Hem de Amerika’ya gitmeden önce Papa’yı ziyaret eden Fetullah Gülen’in “kültürler arası diyalog” projesi ile Türkiye ulusal bilincinin iğdiş edilmesine fırsat verildi. Üstelik aynı Papa’nın nezaretinde AB üyeliği (şimdilik hüsran) akdi imzalanıp Ankara’da bayram şenliğiyle kutlandı.

Montrö’yü tartışmak ve Kanal İstanbul gerçekleştirmek kimin yararına olacaktır?

Haçlı anlayışın Şark Sorunu; artık Türkiye’de İtalya’daki Vatikan gibi bir Patrikhane devleti oluşturmak olduğu bilinmiyor mu?

AKP’nin ilk günden beri dava ortağı olarak görüp koalisyon yaptığı Fetullah’ın “diyalog” projesiyle yapmak istediği bu aymazlık değil midir?

Kanal İstanbul’dan sonra iki suyolu arasında kalacak bölge, devlet içinde devlet oluşturmasının ilk ayağı mı olacaktır!

İkinci ayak Ege adaları gibi Doğu Trakya’nın Yunan emperyalizmine açmak olacak mı?

Durduk yerde MONTRÖ’yü tartışmaya açmanın anlamını nasıl anlamak gerekiyor?

MONTRÖ; Türkiye’nin boğazlar üzerinde tam egemen olmasını sağlayan uluslararası bir sözleşmedir. Kuvayi Milliye’nin “şahsında mündemiç” olduğu Mustafa Kemal Atatürk’ün yeni bir zaferidir.

Birinci Dünya Savaşı yeniği Osmanlı Devleti; 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros ateşkes anlaşmasıyla teslim olmuştu. Bundan üç gün sonra “galip devletler” donanması Dolmabahçe Sarayı önüne demir atmış; boğazlara egemen olmuştu. Sevr ile de Boğazlar Egemenliği, bu devletlerden oluşan bir komisyon üstlenmişti. Lozan’da Sevr yırtılıp atılırken; Boğazlar sorunu sonraya bırakılmıştı. İsviçre’nin Montrö kentinde toplanan uluslararası komisyon; Boğazların Türkiye egemenliğinde olmasını kabul etti.

Bu egemen olmanın ne anlama geldiği; İkinci Dünya Savaşı sürecinde açıkça görülür: Zira Hitler; Karadeniz’de etkin olabilmek için, Türk hükümetine “hile” önermişti. Atılay, Saldıray ve Yıldıray adlı denizaltılarımızın kendilerine satılmasını teklif eder. Birinci Dünya savaşı sırasında kaçma bahanesiyle İstanbul’a gelen iki Alman zırhlısının Osmanlı bandırasıyla Karadeniz’e çıkıp Rus limanlarını bombalaması gibi bir hile yapmayı planlamıştı.

Savaş boyunca “tarafsız” kalmayı başaracak olan İsmet Paşa; bu öneriyi ret eder. Bunun üzerine Hitler; 6 adet “Tip 2” adıyla U-Bot denizaltı inşa eder. Parçalar halinde Hamburg’dan Elbe ırmağına ve oradan Dresden’e taşır. Kamyonların çektiği dorselerle Tuna ırmağı yoluyla Dubalar üzerinde Romanya’nın Köstence’sine getirir. 11 ayda 2.300 kilometre yol kat edilmiştir. Burada monte edip Karadeniz’e salar. Rus donanması şakına döner. Tam 26 gemi yitirir. Sonunda bu 6 denizaltının 3’ünü batırırlar. Sonra,1944 yılı, Ruslar Köstence’yi de ele geçirir. Lojistik desteği yitiren Alman denizaltıları için Karadeniz cehenneme döner.

Alman Genelkurmayı yine Türkiye’ye başvurdu: “Mürettebatı bize teslim edin; bunun karşılığında 3 denizaltıyı size hibe edelim” önerisinde bulundu. Tarafsız olan Türkiye’den ret cevabı aldı. Bunun üzerine Alman Genelkurmay Başkanlığı; şifre ile komutanlarına, “Türk kıyılarına yaklaşıp denizaltıları batırın, mürettebatla gizlice karaya çıkıp Ege’de Alman gemilerine veya Yunanistan’a ulaşmaya çalışın” emrini verdi.

9 Eylül 1944 gecesi denizaltılardan U-19 Zonguldak Filyos, U-20 Sakarya Karasu ve U-23 de Kocaeli Ağva kıyısında batırıldı. Mürettebat lastik botlarla karaya çıktı. Türk güvenlik kuvvetleri tarafından 81’i de yakalanarak Beyşehir Kızılay kampına götürüldüler. 8 ay sonra Isparta’ya götürüldüler. Konuk olarak ağırlanıp maaşa bağlanmışlardı. Her biri teknik eleman olduğu için bir buçuk yıl çeşitli işlerde yararlı çalışmalarda bulundular. Savaş sona erince tirenle götürüldükleri İzmir’de Amerikalılara teslim edildiler. Gemiyle İtalya’ya götürüldüler. Oradan gittikleri Almanya’da bir süre gözaltında tutuldular. Ve Eylül 1946’da çoluk çocuğuna kavuştular.

Yakın tarihini bilmeyenlerin Montrö’nün önemini de, Karadeniz’in neden Montrö’den beri barış denizi halinde olduğunu da elbette bilemeyeceklerdir.

Amerika’nın Bulgaristan ve Romanya’yı NATO’ya almasını; Ukrayna kozu ile Rusya’yı ne derece sıkıntıya düşürmüş olduğunun farkına varamazlar!

Bu gerçeklere rağmen, 19 yıldan beri Türkiye’yi yöneten irade; yoksa Amerika’nın 98 yıl önce Paris Konferans’ında açığa vurduğu Willson prensiplerinin hayat bulmasına mı hizmet edecektir? Büyük Ermenistan, Büyük Kürdistan ve üstelik Patrikhane devletlerini kurma değirmenine su mu taşıyacaktır?

Komplo mu, BOP gibi fizibil mi?