Anadolu’da ihanet edenle hainlik edene lanet okunur.

İhanet ve hainlik, keklik ile guguk kuşlarına yakıştırılır.  Çünkü keklik, avcının kafesinde öterek hemcinslerini başına toplar. Avcının kolayca avlamasına neden olur. O yüzden ihanet eden kimselere, “keklik cinsi” denir.

Guguk kuşu ise, kuluçkaya yatmadan üreme yapar. Çünkü kendi yumurtasını başka yuvalara gizlice bırakır. Yavrusu, o yuva sahibinin kuluçkaya yatan kuşun yavruları ile birlikte yumurtadan çıkar. Ama ilk fırsatta üvey kardeşlerinin tamamını yuvadan atar. Tek başına beslenir. Uçacak duruma gelince de o yuvayı yıkar. Bu yüzden “hain” ve “nankör” olarak ifade edilir. 

Kuşların ihanet, hainlik ve nankörlüğünü lanetleyen insan, doğal olarak bunları yapmaz. Yapmaması gerekir. 

Fakat ülkemizde son dönemde giderek cüret kazanarak yükselen Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı söylem ve eylemler; hiç de ihanet, hainlik ve nankörlükten uzak durulmadığını gösteriyor.

İktidar olmak için kendisini mağdur gösteren iktidar partisi ile taraftarları, özellikle cami ve müze olarak hizmet veren Ayasofya’nın tamamen cami olarak ilan edilmesi ile nankörlük ve lanetlik çıtasını yükseltti.

Cami; bir İslam mabedidir. Allah’ın evi olarak kabul edilir. Burada Allah’ın rahmeti, sevgisi, hikmeti ve barışçılığı dışında aykırı kem bir söz edilmez. Oysa bu Muhammedi mabetin minberine çıkanların ağzından çıkanı kulakları duymuyor.

******
Ayasofya, Roma İmparatoru Konstantin (1.) tarafından bir İsevi mabet olarak inşa edilmiştir. Başkenti Roma’dan İstanbul’a taşıyan imparator; Roma’daki dinlerin temsilcilerinden, tanrı ve kral-tanrı heykellerden uzaklaşmayı amaçlamış. Yeni bir inanç yerleştirmek için 386 yılında bu mabedin inşasına başlar. Ancak II. Konstantin tarafından tamamlanarak ibadete açılır. Lakin büyük bir yangın sonucu kullanılamaz hale gelir. İmparator II. Thedosios tarafından yeniden inşa edilerek 415 yılında ibadete açılır.

512 yılında çıkan bir isyan sürecinde ise, Ayasofya Kilisesi yanarak yerle yeksan olur. İmparator  Jüstinyanus, yeniden inşasına karar verir. Anadolulu mimar-mühendis İsidoros ile Anthemios’u görevlendirir. Roma topraklarındaki ve Akdeniz ülkelerindeki bütün pağan mabetlerden malzemeler taşınır. Arthemis tapınağının da sütunları getirilir. 5 yılda, dünyanın en büyük kubbe genişliğine ve sanatsal eser olan sütunlara sahip bir kilise-mabet olarak 537 yılında üçüncü kez ibadete açılır.

Bu mabet, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u feth etmesiyle İslam mabedine-camie dönüştürülür.    

Aslında İstanbul feth edilirken, Ayasofya’da toplanan Ortodoks din adamları (kardinal, keşiş, papaz); Vatikan Kilisesi’nden duyduğu nefreti ifade ederlermiş. “Katolik başlığındansa Müslüman sarığı tercih ederiz” dediklerini öğrenen Fatih; bunları onurlandırmak için; 29 Mayıs 1453 tarihinden cami olmasına karar vermiş; mabet özelliğini devam ettirmiştir.

İşte bu mabet, Mayıs 1453 yılından 1932 yılına kadar, duvarlarındaki ikonlar ve kimi mozaikler sıvayla kapatılarak, cami olarak kullanılır. Ancak, uzun süre bakımsız kaldığı için;

Cumhuriyet Hükümeti, diğer camiler gibi restorasyona tabi tutulur. Doğal olarak geçici olarak ibadete kapatılır. Bu sırada ABD bilim adamları da izin alarak mozaikleri restore eder. İki yıl süren tamirattan sonra, 1934 yılında bir bölümü müze ve bir bölümü cami olarak ibadete açmıştır. 

Böylece ikon ve mozaikler, turist ilgisine de açılmıştır. 

******
ABD, 1946’da Stalin şantajıyla karşı karşıya olan Türkiye’ye “hilafeti geri getir, İslam devletlerine lider ol” öğüdünde bulunmuştu. CHP’den ayrılıp DP’yi kuranlar ile bunu gerçekleştirmeye çalıştı. 

Yıllar sonra CİA mensubu Türkiye Büyükelçisi Graham Fuller de “Siyasal İslam” tavsiyesinde bulundu. 1990’larda “Siyasal İslam’ın Geleceği” kitabıyla öğüdünü somutlaştırdı: “Siyasal İslam önemlidir, çünkü İslam dünyasının hakim gerçekliği budur. Dolayısıyla İslam’a nasıl yaklaşılmalı ki evrilsin, daha ılımlı hale gelsin, deneyim kazansın ve nihayet siyasal düzende yapıcı bir rol üstlensin…” der. Ki bu, 1950-1990 sürecindeki CİA destekli liberal ve siyasal İslam oluşumunun başlangıcıdır.     

Ilımlı İslam Projesi” mimarlarından biri; Said-i Nursi’dir. 2008 yılında Nesil Yayınlarından çıkan “Son Şehitler Bediüzzaman Said Nursi’yi Anlatıyor” adlı kitap; aslında ABD’nin “Ilımlı İslam” projesine sahip çıkıştır.  Birinci dünya Savaşında İngiltere’nin Müslüman din adamlarını araç kullanması gibi, Soğuk Savaş süreciyle birlikte ABD de aynı yolda ilerler; Türkiye’yi güdümlemeye çalışmaktadır. Stratejisi “Siyasal-Ilımlı İslam” projesidir. Bunun gerçekleşmesi, BOP’un hayat bulmasını sağlayacaktır. 

Kitapta Said-i Nursi; “…. Demokratları (Demokrat Parti) küfre karşı muhafaza edip destekliyoruz. Desteğimizi çekersek Demokratlar yıkılacak ve küfür ortaya çıkacaktır. Menderes –Kominizm ve anarşizm tehlikesini bertaraf etmek, dinsizlik hareketini durdurmak konusunda Risale-i Nurların önemini anlamış. Bu Nurların okullarda ders kitabı olarak okutulması için etrafındakileri iknaya çalışmaktadır. Adanan Menderes, Maarif Vekili Tevfik beye emir verdi (…) Menderesle alakadarım (…) Demokratları küfre karşı muhafaza edip destekliyoruz...” der. 

Bu görüş, Cumhuriyet’ten rövanş almak isteyen çevrelerin özlemidir. Bu nedenle “mağduriyet” ve “dava” sloganları ile iktidar olan partiyle bütünleşmiştir. Ezan ve namazın eksik olmadığı Ayasofya’nın bütünüyle cami olması için baskı yapmıştır. Ancak Başbakan olarak Recep T. Erdoğan; bu talebe karşı direnmiş, yanlış olduğunu beyan etmiş; fakat sonunda isteği yerine getirmiştir. 

Çünkü iktidar partisi FETÖ etkisinden sonra; çeşitli tarikatların, şeriat istekli çevrelerin ve hükümet ortağının etkilerine savruldu. 1934’de Cumhurbaşkanı Atatürk’ün imzalayarak yürürlüğe koyduğu hükümet uygulamasını, ikinci kez taşıdığı Danıştay marifetiyle bozarak, KHK ile Ayasofya’yı salt camiye dönüştürdü. 10 Temmuz 2020 günü, partili Cumhurbaşkanı Ayasofya Camii’ni Diyanet İşleri Başkanlığına devretti. Yaptığı konuşmada; “tek parti döneminde alınan bu karar, tarihe ihanet olmanın yanında hukuka da aykırıydı…” diyerek devletimizin kurucusunu “ihanet eden” olarak nitelemiş oldu!  

Nitekim ibadete kapatılıp mozaik ve ikonlar gizlendikten sonra; covit-19 yasaklarına uyulmadan, bir siyasi partinin gövde gösterisi şeklinde gerçekleşen ayin-törenle, 24 Temmuz 2020 günü camii olarak ibadete açıldı.

Bu manevi heyecan içinde doğaldır ki insanlar daha Allah korkusu duyar, sevecen ve vefalı olur. 

Ama ne gezer.

Muhammedi mescidin minberine imam olarak kılıç ile çıkan Diyanet İşleri Başkanı (Ali Erbaş); Allah’ın Evi olan bir mekanda; Hakk’ına hak olmuş devletimizin kurucusunu hayır ile anmak yerine adeta guguk kuşu yavrusu gibi davrandı: “481 yıldır cami olarak hizmet vermiş; 86 yıllık bir ara dönem olmuştur” dedi. Ve devamla; Hakk’a yürümüş olan Fatih Sultan’ı 29 Mayıs’taki fetih nedeniyle rahmetle anarken, 6 Ekim’de aynı mabedi ve İstanbul’u düşman işgalinden kurtaran Mustafa Kemal Atatürk’e buğz etti: “Fatih Sultan Mehmet Han, gözbebeği olan bu mabedi kıyamete kadar cami olmak kaydıyla vakf edip müminlere emanet bırakmıştır. Bizim inancımızda vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar. Vakfedenin şartı vaz geçilmezdir. Çiğneyen lanete uğrar…” dedi. 

Ama bütün varlığını bir saltanata, hanedana değil, Türk halkına bırakmış olan Atatürk’ün vasiyetine aykırı şekilde “Atatürk Orman Çiftliği’nin tarumar edilmesini hiç lanetlemedi. “Ölenin arkasında konuşulmaz” Muhammedi ilkeyi; Muaviye gibi çiğnedi!

Çünkü siyasal İslam gereği her vesileyle Atatürk’ü yıpratmak amaçlıdır!

Olaylara parti gözlüğüyle bakan sayın partili Cumhurbaşkanı, herhalde çok mutmain olmuştur. Çünkü Diyanet İşleri Başkanı, Atatürk’e zımnen lanet okurken; Cumhurbaşkanı’nın yukarıdaki konuşması ile geçmişteki “iki sarhoş” ve “1934’deki kararname imzası sahte” tanımlamalarından cüret almış olmalıdır. Yoksa Cumhurbaşkanının gözleri içine bakarak Atatürk’e hakaret edebilir mi?

Gerçek Muhammedi bir imam olsa; devletin kurucusuna, hem de mabette hakaret eder mi?

Ölüm ve şiddet aracı olan kılıç ile tevhit, sevgi ve barış dini olan İslam’ın mescidine girebilir mi?  

Alemlere rahmet olan bir peygamberin minberine çıkabilir mi?

 *******

Sanki Ayasofya, Atatürk’e hakaret etmeye vesile olması için Cami yapılmıştır! Zİra bu camide ardı ardına Atatürk’e ve Cumhuriyet rejimine saldırılmaya devam ediliyor!

Açılış öncesinde Ayasofya Baş imamlığına atanan Mehmet Boynukalın; -Atatürk ve Cumhuriyet’e ne kadar hakaret edilirse o kadar ödüllenir- olduğunu bildiği için; söylem ve yazılarla devam etti. Adil, şerefli, şevkatli, kadirbilir din adamı olmak yerine, keklik ve guguk kuşu özellikli olmayı seçti. 

Hakaret edenlerin sonuncusu; yine bir imam olan Mustafa Demirkan oldu!

28 Mayıs 2021 günü Ayasofya’da düzenlenen icazet töreninde; partili Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan ile “Atatürk’ten hiç haz etmediğini” söyleyen TBMM Başkanı Mustafa Şentop’un huzurunda bir konuşma yaptı: “Ayasofya gibi mabetler, mabet kalması için inşa edildi. Öyle bir zaman geldi ki, bir asır gibi bir asır içinde ezan ve namaz yasaklandı ve müzeye çevrildi. Bunlardan daha zalim ve kafir kim olabilir? Ya rabbi, bu zihniyetin bir daha bu ümmetin başına gelmesini mukadder buyurma…” dedi. Böylece 1934’te Ayasofya’nın hem cami hem müze olmasına karar veren T.C. Hükümeti ile devletin de kurucusu olan Cumhurbaşkanı Atatürk’ü “zalim ve kafir” ilan etti. 

Oysa Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Ayasofya sabık Baş imam Mehmet Boynukalın ve “Hafızlık Eğitimi Projesi İcazeti Reis’ül Kurra vekil” Mustafa Demirkan (eski Üsküdar Yıldırım Beyazıt Camii imamı. Fatih İmam Hatip Okulu ve suudi Abdülaziz Üniversitesi Arapça dil Enstitüsü mezunu, Arapçacı. Selefi kültürünün egemenliğini ister) birer devlet memurlardır. Hem mensup oldukları dine ve ahlakına, hem memuru oldukları devletin müteveffa Cumhurbaşkanı’na karşı guguk ve keklik tıynetli oldular!

Çünkü bunlar, Ayasofya’nın hiçbir zaman ibadete kapanmadığını, minarelerinde ezan eksilmediğini, beş vakit namazın kılındığını, birden fazla imamı olduğu için bir de “baş imam” atandığını biliyorlar. Fakat Suudcu-selefi görüşü savunurlar.

Buna rağmen, birer din adamı oldukları halde gerçekleri çarpıtıyorlar. 19 Mayıs 1919 ile 27 Aralık 1919 tarihleri arasında 225 gün Anadolu’da, halkla kucak kucağa kurtuluşu örgütleyen Mustafa Kemal Atatürk’e Dürrizade kafasıyla saldırıyorlar. 

Çalışmadan kazanmaya, üretmeden tüketmeye alışık oldukları Osmanlı dönemini bir imtiyaz olarak sürdürmek anlayışında oldukları için, 1923 yılında Atatürk tanımlamada bulunmuş:

“Bizi yanlış yola sevk eden soysuzlar çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Bunlar saf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldatmışlardır. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz. Görürsünüz ki milleti mahfeden, tutsak eden, yıkan fenalıklar; hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülüklerden gelmiştir.”

O Mustafa Kemal ki; 

Diyanet’in mealine göre Nahl suresi 32. ayetinin tanımladığı şekildeki bir mümindir: “Onların,          -meleklerin- size selam olsun. Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık cennete girin diyerek tertemiz canlarını aldıkları kimselerdendir” der. 

Nitekim “Atatürk’ün son sözü; aleykümselam olmuştur” (Rahmi Turan).

Daha İstanbul, Ayasofya ve ülke düşman işgali altındayken Havza beyannamesiyle “devletin bekası” için üç ilke koymuştur. Bunları; “1) Teşkilat kurup yönetmek, 2) Hedeften asla sapmamak, 3) Her şartta hesap vermek” olarak ifade etmiştir.

Bu anlayışla 1930 yılında; “yolunda yürüyen yolcu, yalnız ufkunu değil, ufkun ötesini görebilmelidir” diyerek devlet adamı olmanın özelliğini belirtmiştir.

6 Mayıs 1924 günü ise; gazeteci Yunus Nadi’ye Anadolu’daki 225 gün ve 2800 kilometrelik yolculuğunu ve Ankara’yı da anlatmıştır: “…. İşe memleketin doğusundan, doğu sınırından başladım. Sonra daha batıya gitmek zaruretini hissetmedim. Türkiye’nin ve Türk milletinin menfaatlerini emin müdafaası da ancak Ankara’dan olabileceği hadiselerle sabit olmuştur. En müşkül şartlar içinde en hazırlıklı olduğu an kaide, en büyük darbelerin tersine çevrilmesinin en kuvvetli etkenleri arasında Ankara’nın coğrafi mevkii dahildir (…)  Ankara’ya ilk kabul edildiğim gün, ben sadece bir vatandaş, milletin ferdi idim. Hiçbir sıfatım, selahıyetim ve unvanım yoktu (…) Gençler ve onlarla beraber bütün halk, -vatan ve milleti düşmandan kurtarmak için hepimiz ölmeye hazırız, emirlerinizi bekliyoruz- diye bağırıyordu…”  

Elbet Atatürk bir kahramandır. Antropoloji, Psikoloji ve sosyoloji bilimleri; bütün canlılar gibi insanların da bebeklikten itibaren ana-baba bakımına, kollanmasına, korumasına muhtaç olduğunu belirtir. Bu nedenle kurtarıcı duygusunun bilinçaltlarına yerleştiğini vurgular. O nedenle insanlar, tarihte kahramanlara ve mitolojik varlıklara inanmıştır.

İşte 600 yıllık bir imparatorluk batarken, Türk halkı da kurtarıcı olarak Mustafa Kemal Paşaya sarılmıştır. Çünkü O, sadece cesur bir kahraman değildir. Aynı zamanda insani nitelikleri ve asaletiyle de bir lider olmuştur. Nitekim savaştaki hasımları bile, O’nun bu özelliklerini takdir etmiştir. Örneğin;

  • Osmanlı Devletini tasfiye eden devletler topluluğun lideri olan İngiltere’dir. Başbakanı Lloyd George; “İnsanlık tarihi birkaç yılda bir dahi yetiştirir. O da maalesef Türklere nasip oldu” der. Üstelik bunu, Lozan’daki “İsmet Bey senin kabul etmediklerini cebime koyuyorum, zamanı gelince tek tek tahsil ederim” deyişinden sonra söylemiştir.
  • Keza savaş süreci rakiplerden bir diğeri olan Yunanistan Başbakanı Venizelos da; Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermiştir.
  • Birleşmiş Milletler, 1981 yılını “UNESKO-Atatürk Yılı” ilan etti.    
  • Çin’den Arnavutluk’a, Japonya’dan Küba ve Şili’ye, İran’dan Tunus ve Cezayir’e birçok ulusa idol ve birçok meydana onur olan Türkiye kurucu liderini; guguk ve keklik hainlikleri ve ihanetleri ile küçültmek olanaklı değildir.