İslam’ın ana konularından biri olan uluhiyet / tanrısallık “meselesinin” ele alınışında başvurulan temel sözcük Allah sözcüğüdür. Bu sözcük, İslam’ın kutsal metni olan Kur’an’da 2690 küsur kez geçmektedir. Ayrıca bu sözcüğe işaret olmak üzere de Kur’an’da adıl / zamir olarak 4000 civarında ifade mevcuttur. 
Allah sözcüğünün kökeni konusunda pek çok görüş bulunuyor. Bu noktadaki tartışmalarda boğulmanın gereği yoktur. Ancak şu kadarını ifade edelim ki, Allah sözcüğü, Arapça ile akraba olan bazı dillerde benzeşen kimi sözcükleri çağrıştırmaktadır. Bu çağrışım sözcüğün kökeni konusunda bazı ipuçları da sunuyor. Buna göre; İbranicedeki “Eloah”, Keldanice’deki “Laha”, Aramicedeki “Elaha”, Süryanicedeki “Alaha” sözcüklerinin Arapça Allah sözcüğünün kaynağını işaret etmekte olduğunu düşünmekteyiz. 

Allah sözcüğünün ifade ettiği varlığın sadece bir dilde karşılığının bulunduğu ileri sürülemez. Zira bu takdirde o varlık yalnızca o dili konuşanların düşünebildiği, kavramlaştırabildiği, başka dilleri konuşan halkların böylesi bir varlığı idrak edemedikleri manasına gelir ki bu da apaçık bir saçmalık olarak nitelenmeyi hak etmektedir. Zira Allah sözcüğünün yahut başka dillerdeki eş anlamlı sözcüklerin ifade ettiği “varlık” tüm insanlar için söz konusu olan uluhiyet konusunu anlatmaktadır. Uluhiyet yalnızca Arapça konuşanların konusu değil tüm insanların konusudur. O halde tüm insanların bu konuyu ifadeye koydukları kendilerine ait sözcüklerinin bulunuyor olması gerekir. Nitekim Arapçadaki Allah sözcüğüyle ifade edilen varlığın her dilde bir karşılığı vardır. 

Farsçadaki karşılığı “Huda”, Türkçedeki karşılığı “Tanrı”, İngilizcedeki karşılığı “God”, Almancadaki karşılığı “Gott” olan Allah sözcüğüyle kastedilenin tam olarak ne olduğu konusunda bir yığın görüş bulunmaktadır. İşte bu nedenle biz bu konuyu “mesele” sözcüğüyle ifade etmekteyiz. Meselenin halli noktasında en gerçek başvuru kaynağımız hiç kuşku yok ki, Kur’an’dır.

Kur’an’da Allah nasıl açıklanmaktadır? Bu soruya vereceğimiz yanıt devrimci Muhammedî İslam’ın temelini teşkil etmektedir. Temeli doğru inşa etmeyenlerin dini doğru anlamaları ve dinin amacını görüp ona göre davranmaları da mümkün olmayacaktır.

Allah inancı konusunda Müslüman ulemanın yüzyıllardır Kur’an’ı referans alarak ortaya koydukları iki temel yaklaşım söz konusudur. 

Birincisi ve çoklukla doğru sanılan yaklaşım, “aşkın” Allah inancıdır.

Diğeri yani ikincisi ve ne acı ki çoğunlukla yanlış diye hücuma maruz bırakılan yaklaşım, “içkin” Allah inancıdır. Aşkın Allah inancı Arapçada “müteal”, Batı dillerinde de “transandantal” sözcüğüyle ifade edilir. İçkin Allah inancı ise Arapçada “mündemiç”, Batı dillerinde ise “immanental” şeklinde söylenir. 

Aşkın Allah inancı, Allah’ı ontolojik anlamda varlıklar dünyasının dışında, çok uzaklarda ama bir yerde değil de mekânsızlık boyutunda, hiçbir şeye benzemeyen, hiçbir biçimde idrak edilemeyen bir sözde varlık olarak izah etme çabasının ürünüdür. Burada aşkın sözcüğüyle kastedilen; yaşamı aşan, varlıklar dünyasını, evreni aşan yani bunların dışında olan demektir. 

Böylesi bir Allah izahı gerçekte Allah’ı yoklukla müsavi görme yahut yokluğu Allah kabul etme veyahut yokluğu tanrılaştırma anlamını içermektedir. Aslında bu, bize göre Allah’ı inkâr etmenin yani küfrün bir başka biçimidir. Bu küfür gerçek manada bir küfür olmayıp daha ziyade inkârı mümkün olmayan gerçek Allah’a yokluğu eş koşma halidir. Yokluğu bir ilah olarak Allah’a eş koşan yani şirk günahına batan aşkın Allah inancı, egemenlerin Allah inancıdır. Devrimci Muhammedî İslam’ın asla onay vermediği böylesi bir Allah inancının bir kısım Kur’an ayetlerinin anlam tahrifine uğratılarak inşa edildiğini belirtmek durumundayız.

Aşkın Allah inancı, teorik yani kuramsaldır. Yaşamın dışında, insandan uzak, evrenin ötesinde ve pratik hiçbir karşılığı olmayan böylesi bir Allah inancında insanlara onun gölgesi, temsilcisi, halifesi olarak takdim edilen ve tanrısal somutlamanın ifadesi olan “Tanrı İnsanlar” türemektedir. Bunu da tarih boyu kendini “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak gören krallar, padişahlar, imparatorlar, halifeler ve bir kısım dinsel cemaat önderleri biçiminde müşahede etmekteyiz. İşte bu apaçık bir şirk halidir. Aşkın Allah inancının varacağı nokta, bir kısım insanların sözde tanrısal seçilmişlikle kuşatılmış kutsal kişiliklerinde tebarüz eden putlaşmış / tanrılaşmış insanların ortaya çıkmasıdır. 

Evvelce de belirttiğimiz üzere aşkın Allah inancı, bir kısım Kur’an ayetlerinin mana itibariyle tahrifi zemininde yükselmektedir. Bu hususta başvurulan en önemli Kur’anî / İslamî kavram “tevhid” kavramıdır. Sözde “tevhid” inancı gereği Allah, varlıklar dünyasından tümüyle koparılmakta fakat onun yerine insanlardaki somutlaştırma gereksinimini dikkate alarak bir kısım egemenlerin ilahlaştırılması gündeme gelmektedir. Tarih boyu tevhid inancını dillerinden düşürmeyen nice ilahlaşmış kimseler, Allah’ı evrenin dışına kovarak kendilerini onun yerine geçirmişler, görünen ve yaşamın içinde yer alan -hâşâ- müşahhas Allah niteliğine bürünmüşlerdir. Böylece tevhid adı altında şirkin en iğrenç ve en sarsıcı halini ikame etmişlerdir. 

Tevhid inancını saptırmak için tahrif edilen Kur’an ifadelerinden biri İhlas Suresi / İçtenlik Bölümü ayetleridir. 

Surede belirtilen, “Allah’ın bir oluşu, hiçbir şeye gereksinimi olmaması, doğurmamış ve doğurulmamış olması, hiçbir şeyin ona denk olmaması” aşkın Allah inancı doğrultusunda sözde tevhid inancı gereği saptırılmıştır.

Oysa “Allah birdir,” denilirken kastedilen onların sandığı gibi değildir.

Hiçbir şeye gereksinimi olmaması (Samed) da onların sandığı gibi değildir.

Aynı biçimde; doğurmamış, doğurulmamış olması ve hiçbir şeyin ona denk olmaması da onların sandığı gibi değildir.

Bu ayetleri ve bunlara benzeyen bir kısım diğer ayetleri içkin Allah inancını izah ederken açıklayacağız. Bu noktada Aşkın Allah inancı hakkında bir kaç söz daha edelim.

Aşkın Allah inancı, gerçekte insanı egemenlerin insafına terk etmiş, zulme seyirci kalan, sömürüye göz yuman, egemenlerce toplumlar üzerinde gerçekleştirilen işkenceleri kader kavramıyla meşrulaştıran, yoksula yoksulluğu için şükür ettiren, varsıla varsıllığı için hamd ettiren, zalim yöneticilere itaati dinsel gereklilik olarak takdim eden, her çeşit itirazı fitne yaftasıyla mahkum eden, hak aramayı kadere isyan diyerek olumsuzlayan ve çirkin gösteren bir inanıştır. Kısacası aşkın Allah inancı kadim sıfatlarıyla varlıktan ayrı bir Allah’ın olduğunu ileri sürmektedir. Bu inanış bir yığın spekülatif lafa dayanmaktadır. Zira ifade ettiğimiz üzere bu inanış, pratikte insana ve topluma temas etmeyen salt teorik bir inanış olup gerçek Allah inancının gölgelenmesi çabasının bir ürünüdür.
Bu inanış, Allah ile insan arasındaki ilişkiyi de dikey bir ilişki olarak kurmaktadır. Bu anlayış varlığı da hiyerarşik bir ilişki zemininde ele alır. Buna göre; en yukarda olan en kutsal, en yüce, en aşağıda olan ise en adi ve değersizdir. Oysa varlığın bu şekilde düşünülmesi ve Allah inancının bu çerçevede konumlandırılması devrimci Muhammedî İslam yorumuna aykırıdır. Zira varlık yan yana bir ilişki içerindedir. Allah ile insan arasındaki ilişki de bu çerçevededir.  
Aşkın Allah inancı doğrultusunda inşa edilen dini anlayıştaki diğer tüm kavramlar da Allah inancı gibi yaşamdan / dünyadan ve varlıklar âleminden kopuk, nesnel karşılıkları yitirilmiş kavramlardır. Vahiy, şirk, tevhid, ahiret, cennet, cehennem gibi...

Bu inancın savunucuları, varlığı da yoktan yaratılmış, mümkün, değişken görüp âlemin fani yani sonlu olduğuna inanmaktadırlar. Lakin gerçek İslamî anlayış bunu reddetmektedir.

Bugün Türkiye’deki dinsel yaşama büyük ölçüde yön veren tüm cemaatler, tarikatlar ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na egemen olan kadronun mensup olduğu inanç, Allah’ın aşkınlığı inancıdır. Bu inanışın Muhammedî İslam’a uygun olduğunu kabul etmek imkânsızdır. Bu inanış, Hazreti Muhammed’in devrimci İslam’ına bir karşı duruştur. İslam’ı ters yüz etmektir. Ne hazin ki, egemenlerin egemenliğine zeval verilmemesi için devrimci Muhammedî İslam’ın Allah inancı yerine sağ ideolojinin aşkınlık teorisi ikame edilmiştir.

İslamî sol projenin temsilcisi, Mısırlı düşünür Hasan Hanefi, aşkın Allah inancını teolojik sağ kavramının içine yerleştirmektedir. Hanefi’ye göre; Aşkın Allah inancı sömürgecilerin de işine gelmektedir. Zira bu şekilde Allah’ı politik mücadelenin dışına itmektedirler. Şu halde aşkınlık aynı zamanda diktatörlüğün de teorik temelini oluşturmaktadır. Bu, hiçbir derdi ve tasası olmayan varsılların / zenginlerin Allah imajıdır. (Hasan Hanefi; Teoloji mi, Antropoloji mi? Çeviren; Dr. Mustafa Sait Yazıcıoğlu, AÜİFD, Sayfa, 505- 531)

İslam tarihindeki sağ tutum ile sol tutum, varlık üzerine ortaya koydukları görüş farklılıkları çerçevesinde Allah inancı hususunda da temel ve keskin bir ayrılığa sahiptir. Sağ tutum aşkın Allah inancını savunurken sol tutum bunun tam karşısında olarak içkin Allah inancını müdafaa etmektedir. İçkin Allah inancı gerçek İslamî Allah inancıdır. Bir diğer ifadeyle devrimci Muhammedî İslam’ın Allah inancıdır.
İçkin Allah inancı, Allah’ı insanla birlikte, yaşamın içinde, varlıklar dünyasında kabul eder. İçkinlik, Allah’ı dünyaya, dünyayı da Allah’ın içine koyan devrimci bir düşüncedir. 

Allah, yaşamın kendisidir. Zira o, “her gün bir iş ve oluştadır.” (Rahman Suresi 29. Ayet / Bağışlayıcı Tanrı Bölümü 29. Söz) Allah’ı yaşamın dışına çıkarmak Kur’an’ın Allah’ına muhalefettir. Kur’an’ın pek çok ayetinde Allah’ın hayat sahibi (Hayy) olduğu belirtilir. 

Hayat sahibi olan Allah, hayatın akışı içinde ve tüm canlılık eylemlerinde duyumsanır. İnsanın yaşamak için ortaya koyduğu bütün faaliyetlerinde Allah vardır. İnsanın özlemleri, gereksinimleri ve beklentileri için yaptığı çalışmaların tümünde Allah içkin olarak mevcudiyet sahibidir. 

Allah vicdanî bir arayışı ifade eder. Aşık İbretî’nin; “Biliriz Mevla’yı vicdanımızda...” ifadesinde de yer aldığı gibi; Allah vicdanlarımızda yüce bir değer olarak yer etmiştir.

Dr. Ali Şeriatî’nin; Kur’an’ın sosyal içerikli ayetlerinde geçen Allah sözcüğü yerine halk ifadesinin konulabileceğini belirtmesi ve bu durumda konunun pek değişmeyeceğini söylemesi Allah’ın içkinliği inancını güçlendiren uyarıcı ve dikkat çekici bir yaklaşımdır.(İhsan Eliaçık, Öteki İslam Tarihi, c.3, s. 299)

Evet, Allah insan vicdanında yer bulduğu gibi toplumsal vicdanda da kendini ortaya çıkarır. Halk mefhumu, toplumsal vicdanın somutlaşmış halidir. 

İnsan Allah’tan bir zerredir. Ve Allah insanın içindedir. Nitekim örnek insan Âdem’in yaratılışında ifade edildiği üzere Allah ona “Ruhundan üflemiştir.” (Hicr Bölümü 29. Söz / Hicr Suresi  29. Ayet) Allah’ı varlıklar dünyasının dışına iten ve insandan uzaklaştıran aşkınlık inancına verilen en çarpıcı yanıtlardan biri de onun “insana şah damarından daha yakın” olduğunun belirtildiği ayettir. (Kaf Suresi 16. Ayet / Kaf Bölümü 16. Söz)

Aşık Daimî bu durumu ne de güzel ifade etmiştir; “İnsan hakta, hak insanda...” 

Hak, Allah’ın adlarından biridir. İnsanın Allah ile olan zerre - bütün münasebetinin en devrimci ifadelerinden biri de Bakara Suresi 156. Ayetteki / Dişi Sığır Bölümü 156. Sözdeki ifadedir;
“...Biz Allah’tan geldik, yine Allah’a döneceğiz.” 

Böyleyken Allah ile insan arasındaki ilişkiyi dikey ve hiyerarşik bir ilişki olarak tasavvur eden aşkınlık inancının Kur’an’dan ve devrimci Muhammedî dini anlayıştan onay alması mümkün müdür? 

Allah varlıklar dünyasının, evrenin her zerresindedir. Bütün varlıklar onun birer tezahüründen ibarettir. Ondan gayri mutlak bir varlık yoktur. Bir başka deyişle varlık ve Allah bir bütündür.  Aralarında hiyerarşik ve dikey bir ilişki değil yan yana, yatay ve iç içe bir münasebet vardır. 
İşte tam da bu noktada aşkınlığı savunan çevrelerin mana tahrifine uğrattığı İhlas Suresini / İçtenlik Bölümünü kendi çevirimiz olan Anlamak İçin Türkçe Kur’an adlı mealimizi esas alarak irdeleyelim.

De ki; “O Allah birdir.”

Allah’ın birliğinden maksat Allah ile varlıklar âleminin birliği, Allah’tan başka mutlak varlığın bulunmadığıdır. Bu aslında mutlak tevhid halidir. Varlıklar âleminde Allah’tan başka bir varlık tasavvur etmek yani ikiliği düşünmek, İslam’ın devrimci Allah inancına zıttır. Böylesi bir inanç, şirk olarak nitelenmeyi hak etmektedir. 

“Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.” 

Özgün metinde geçen sözcük “samed” sözcüğüdür. Samed, hiçbir şeye muhtaç olmayan ama her şeyin kendisine muhtaç olduğu varlık demektir. Aslında hiçbir şeye muhtaç olmamak gibi mutlak ihtiyaçsızlık hali kaçınılmaz olarak başka varlıkların kendisine muhtaç olması manasını içermektedir. Dolayısıyla ayrıca bunu bir kez daha belirtmeye gerek bulunmamaktadır. Allah varlıklar âleminin ta kendisidir. Varlık, ezeli ve ebedidir.(Varlığın ezeli oluşu pek çok İslam düşünürünün ortak fikridir. Bu noktada öne çıkan en önemli İslam düşünürlerinden biri de İbni Rüşd’dür. İbni Rüşd’ün bu konudaki görüşleri Allah – âlem ikilemini ortadan kaldırmış ve ezeliliği bu çerçevede varlığa da izafe etmiştir. Aynı şekilde İbni Rüşd ruh – beden ikilemini de ortadan kaldırmıştır. O ruh ve bedeni tek bir cehver olarak düşünmüştür. Âlemde ikilik olmadığı gibi âdemde de yani insanda da ikilik yoktur. Aslında bu yorumlar gerçek tevhid inancının yansımasıdır. Bu bağlamda Allah ile varlığı da tevhidî anlayışla birleştirmek, İçkin Allah inancının Allah ve âlem tasavvurunu ortaya koymaktadır.)
Ayetin yorumuna devam edelim.

Varlık, var olmak için ve varlığını sürdürmek için kendisi dışında herhangi bir şeye gereksinim duymaz. Varlığı, Allah’ın ezeliliğinden ve bakiliğinden ayrı değerlendirmek mümkün değildir. Allah ve varlık bir bütün olduğundan Allah’ın ezeli oluşu varlığın da ezeli oluşunu gerektirir. Allah’ın baki oluşu, varlığın da baki oluşunu gerektirir. Surede samed sözcüğüyle kastedilen budur. Bu noktada ilginç bir örnek olarak ifade edelim ki, Kur’an’ın materyalist tefsiri noktasında çalışması bulunan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Kur’an’da geçen Allah sözcüğü yerine Tarihsel Determinizm’i koyması, varlığı ezeli ve ebedi gören materyalist anlayışın da aslında devrimci İslam’ın Allah’ını aradığını bize göstermektedir.

“Doğurmamış ve doğurulmamıştır.”

Allah’ın doğurmamış olması onun yine ebediliğini ifade etmektedir. Doğurulmamış olması da ezeli oluşunu anlatmaktadır. Klasik tefsir çalışmalarında, “Allah, çoluk çocuk sahibi değildir,” şeklinde de izah edilen bu ayetle Hıristiyanların Hazreti İsa’yı Allah’ın oğlu biçiminde nitelemelerine bir göndermede bulunulduğu belirtilmektedir.(Bu arada belirtelim ki Hıristiyanlıkta Hazreti İsa’nın Allah’ın oğlu olarak nitelenmesi biyolojik bir baba – oğul ilişkisi değildir. Bunu böyle sanmak son derece cahilcedir.)

Aslında bu ayetlerde sonradan var olmama haline bir vurgu vardır ki bu hal varlığın tümü için söz konusudur. Varlık başlangıçsız ve sonsuzdur. Varlığı bir şey doğurmuş değildir. Ve varlık kendisi dışında bir şey doğuracak da değildir.  
Şimdi de son ayete bakalım…
“Ve hiçbir şey ona denk değildir.”

Evet, hiçbir şey Allah’a denk değildir. Varlığın cüzleri, varlığın tümüne denk olmaz. Varlığın külli hali olan Allah’a, varlığın bir cüzünü denk görmek yahut denk olduğunu düşünmek Allah’ın içkinliği inancına aykırıdır. Allah’ın aşkınlığını savunup kendini de onun varlıklar dünyasındaki temsilcisi / halifesi / gölgesi / tecellisi olarak takdim eden sözde dini / siyasi liderlerin Allah’a denklik davası güttüklerini idrak etmek devrimci Muhammedî İslam’ın açığa çıkarmak / deşifre etmek istediği keskin bir şirk suçudur. 

Allah’ın evrenden, varlıklar âleminden ayrı düşünülemeyeceğini son derece arı duru bir biçimde ifade eden bir ayet de; “ Rahman arşa istiva etti / O Bağışlayıcı olan Tanrı, göklerin en yüksek katına kurulmuştur.” (Ta Ha Suresi 5. Ayet / Ta Ha Bölümü 5. Söz)

Bu ayet aslında aşkınlık iddiasını çökerten bir ifadeyi haykırmaktadır. Lakin aşkınlıkçı müfessirler bu ayeti kendi teorilerine uygun şekilde tevil edebilmek için çırpınıp durmuşlardır. Allah mekandan münezzehtir, diye ahkam kesip sonra da bu ayetle karşılaştıklarında elleri, ayakları ve dilleri dolaşan aşkınlıkçı teologlar, bir yığın laf kalabalığıyla kendilerine yönelik hücumları bertaraf etmeye çalışmışlardır. Gerçek şu ki, aşkın Allah inancı için girişilen bütün savunmalar laf kalabalığından başka bir şey değildir. Allah’a bir yığın sıfat izafe edip onu bir muammaya çeviren aşkınlıkçı teologlar egemenlerin işine gelen bir Allah inancı üretmeyi sözde tevhidçi / muvahhid kimliklerinin bir gereği saymaktadırlar. Oysa ayet o denli açıktır ki hiçbir tevile gerek yoktur. Evet, Allah göklerin en yüksek katına kurulmuştur. Bu ifade Allah’ı varlıklar dünyasının içinde kabul etmenin Kur’anî dayanaklarından biri ve en çarpıcı olanıdır. 
Allah inancının aşkınlığı yahut içkinliği konusu siyasal sistem tartışmalarıyla da yakından ilgilidir. Bu cümleden olarak ifade edelim ki, teokrasi ve demokrasi noktasındaki yönelimlerde belirleyici olan etkenlerden biri de Allah inancı konusundaki tutumdur. 

Teokratik sistem savunucuları, Allah’ın aşkınlığı inancına dayanmaktadırlar. Allah’ı insanlardan, toplumdan, yaşamdan ve doğadan uzaklaştıran ve varlıklar dünyasının dışına iten aşkınlık düşüncesi, teokrasiye meyyal bir düşüncedir. Teokrasi, insanın kendi kendini yönetmesi fikrine karşıdır. İnsanların nasıl yönetileceğine uzaklardaki Tanrı karar verir. Zira insan acizdir ve hüküm Allah’ındır. Ancak Allah adına insanları yönetecek yahut tanrısal yasaları yani Allah tarafından gönderildiğine inanılan hukuki kuralları insanlar üzerinde tatbik edecek vekil veya vekiller lazımdır. Teokraside Allah’ın vekili olarak onun hükmünü icra edecek olan ve çoğunlukla halife, sultan, padişah vb. adlarla anılan üstelik “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” biçiminde nitelenen kimseler aslında kendi irade ve iktidarlarını Allah’ın iradesi olarak takdim etmekte, böylece de deyim yerindeyse “yarı tanrı” olma rolünü oynamaktadırlar. Bu “yarı tanrılık” rolünün en büyük propagandistleri ve aynı zamanda sistemin sömürgen parazitleri de din adamları sınıfıdır.
Gerçekte bu, din dışı bir haldir ve apaçık bir şirktir. 

İçkin Allah inancı ise Allah ile insanı, toplumu ve evreni iç içe geçmiş olarak düşündüğünden halkın iradesini ve halk erkini doğrudan doğruya Allah’ın egemenliği olarak görmektedir. Dolayısıyla İslam toplumlarında çağdaş demokrasinin içselleştirilebilmesi için devrimci Muhammedî İslam’ın içkin Allah inancı egemen kılınmalıdır. Zira Kur’an’ın tanıttığı Allah inancı bu şekildedir.  

Gerçeği bilelim ve inancımızı doğru bir zemine oturtalım.

Allah; bize uzak değildir.

Allah; içimizdedir, biz de onun içindeyiz. 

Allah; yaşamımızın kendisidir. 

Allah; alın terimizdir, emeğimizdir. 

Allah; topraktadır, fabrikadadır, okuldadır.

Allah; acılarımız, sevinçlerimiz, direncimiz, isyanımızdır.

Allah; bizim zulme karşı ayağa kalkışımız, diktatörlere boyun eğmeyişimizdir.

Allah; vicdanımızdır, aklımızdır, damarımızda dolaşan kandır.

Evet, o, varlıklar dünyasının dışında değil âlemin içinde hatta şah damarımızdan daha yakındadır. Öyle ki, her birimiz onun külli varlığının bir zerresiyiz.