Osmanlı döneminin saltanat nimetlerine alışık Diyanet kaynaklı bürokrasisi; halkı ümmet ve kul olarak görmesi; ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti dönemine de taşıdı. Kurtuluş Savaşı sonrasında, olanak buldukça sinmiş halden açığa ve çok partili dönemde de cüret kazanmaya başladı.

Tam bağımsız ve laik hukuk devleti olmaktan uzaklaşma süreci veya iddiası; bu sinsi kalkışma ve Osmanlı Saltanat döneminin imtiyazlarını yeniden elde etme çabaları ile güncelleşmiştir.

Özellikle İkinci Dünya Savaşı sürecinde Stalin’in “Boğazlar ve Kars-Ardahan” üzerinde hak iddia etmesiyle yaptığı şantaj; ABD’nin Türkiye’ye kanca atması nedenine yol açtı. Nitekim 1945’lerden itibaren Thuruman doktrini ve Marshall Yardımı ile özde CİA stratejisti olan uzmanlarla geldi. Başlayan ilişkiler, NATO şemsiye ile günümüze taşındı.

Başlangıçta “Düveli Muazzama”nın yanı sıra Osmanlı “Hasta Adam”ını arkadan hançerleyen Müslüman Arap devletlerine yeniden lider olması için Türkiye ikna edilmeye çalışıldı.

Bunun için ABD, öncelikle Türk eğitim sistemine el attı. Türkiye’nin tam bağımsız laik bir Cumhuriyet temellerini sarsma hamlesi başlattı: O nedenle başkanlığını ABD Büyükelçisinin yaptığı ve maaşlarını Türkiye’nin ödediği dördü Amerikalı dördü Türk üyeden oluşan 9 kişilik Eğitim Komisyonu kurdurdu.

Gerici eğitime gidiş başlatıldı.

Stalin şantajı fobisi içindeki Türkiye; Kore Savaşı’nda kurban verilen bir tugay asker karşılığında NATO’ya sokuldu.

Amerika’nın NATO şemsiye altındaki Türkiye, artık kayıtsız şartsız “küçük Amerika” yoluna girilmişti! Balkan ve Sadabat Paktları ile gerçekleşen “tam bağımsız” dış politika ekseninden uzaklaştırılan Türkiye; SSCB karşısında “ileri karakol” göreviyle taltif (!) edildi.

Küllerinden doğan, kazmanın ucuyla ülkeyi demir yollarıyla donatan; yetişkin elemanı ve sermayesi olmadığı halde ekonomik kalkınmada mucize yaratan Türkiye; edilgen bir konuma getirildi. Uçak ve silah fabrikalarına gerek yoktu. Nasılsa dost (!) Amerika savaş artığı demode silah ve uçakları hibe edecekti! Türk ağır sanayinin önünü kesilerek sanayileşmiş ülkelere ekonomik pazar yaratıldı.

“Küçük Amerika” yolunda en önemli atılım; otomotiv sanayinin gerektirdiği kara yollarına ağırlık vermek oldu. Oysa bir kilometre kara yolu maliyetiyle on kilometrelik demiryolu yapılıyordu. Türkiye’nin ne petrolü ve ne de otomotiv sanayii vardı.

CHP’den doğan DP’nin iktidarları, kayıtsız şartsız Amerikan güdümüne girdi. NATO şemsiyesi altında “ileri karakol” haline getirilen Türkiye; her baharda “Kominizm geliyor” paranoyasına sokuldui. “Gladyo” ve “kontrgerilla” provakasyonlarıyla kardeşi kardeşe kırdırma koşulları yaratıldı! “Yurtta sulh cihanda sulh” barışçı anlayıştan uzaklaştırıldı.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün daha 1923’te siyasetin dışına çıkardığı Türk Ordusu; kötü yönetimler tarafından kışladan çıkarıldı. Siyasete bulaşma nedenleri yaratıldı. Zamanın Genelkurmay Başkanı’nın Başbakan paltosunu tutmayı hüner saydığı dönemde genç subaylar; 1961 Anayasası getirecek 27 Mayıs müdahalesini gerçekleştirdi. Ama bu ileri harekete, ABD ve NATO etkisiyle gerçekleşen üç idamla, kan bulaştırıldı.

Ve maalesf “Atatürk Ordusu” (kurtarıcı ve kurucu ordu); bundan itibaren NATO’nun Kominizm karşısındaki ileri karakol görevi yapan ve kendi içinde hesaplaşmalara giren bir ordu oldu!

En dıramatiği de; NATO güdümlü ordunun Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç ile Kuvvet Komutanı arkadaşlarının gerçekleştirdiği 1971 müdahalesi oldu. Artık darbeler darbelere gerekçe oluyordu!

Müslüman ülkelere yeniden lider (halife) olabileceğine inandırılan Türkiye; dinci ve tutucu çevrelerin etkisine girdi. Başkan Bush’un isteğiyle Turgut Özal; “bir koyup üç alma” kandırmacasıyla; komşuluk hukukun aykırı şekilde; Ortadoğu bataklığına çekildi. BOP eş Başkanlığı ile de bütün Müslüman devletlerin düşmanlığını kazanma başarısına ulaştırıldı!

“One minute” çıkışıyla “değerli yalnızlık” içine giren Türkiye; Suriye ve Ege adaları açmazlarında tek başına kaldı.

“Bir koyup üç almak” kandırmacasından sonra, “eş başkanlık” ve İhvancı anlayış ile BİP’i gerçekleştirecek BOP uygulayıcılığını üstlendi. Ama Arap Baharı, İran’a varmadan Suriye’de karakışa yakalandı! Muaviye’nin saltanat ilan ettiği ve Yezit’in Hz. Hüseyin başını sergilediği Emevi Camii’nde “Cuma namazı” kılınamadı.

Ege adaları ve Doğu Akdeniz Münhasır Bölge sorunlarının zirve yaptığı aşamada “değerli yalnızlık” nimetleri trajik şekilde alınmaya başlandı.

Bu yalnızlık Türkiye için ne denli trajik olduysa; Yunanistan ve İsrail için de o denli değerli oldu.

NeoCon ekonomik politikalarla “neoOsmanlı” olarak ortaya çıkan Ilımlı İslamcı hükümetler; 2002’den itibaren ısrarla önceliği demokratik demokratik laik sosyal jukuk Cumhuriyet rejimini sarsıcı bir strateji benimsendi. Marmara Gemisi kurbanlarından sonra, “toprak bütünlüğüne saygı duyuyoruz” diyerek ve İhvanı Müslim’i iktidara taşımak amacıyla Suriye’yi parçalama değirmenine su taşındı. Bu uğurda Yunanistan’ın Ege’deki tecavüzleri görmezden gelindi. Doğu Akdeniz’de kulağın üstüne yatıldı!

Üstelik Osmanlı küllerinden Türkiye Cumhuriyeti’nin doğduğunu dünyaya ilan eden Lozan Anlaşması bile tartışmaya açıldı. Tıpkı “tam bağımsız” ve “demokratik laik sosyal hukuk Cumhuriyeti” kavramları gibi, Lozan da aşındırıldı.

O Lozan ki, bu milletin kanıyla imzalanmıştır.

Siyasi İslam’ın temsilcisi olarak AKP; içerdeki ayırımcı dili ve yandaş zengin yaratma göz karalığı yanında; ekonomide olduğu kadar dış politikada da tam bir dar boğaza girmiş girdi.

Mutfaktaki yangına, istihdamdaki katlanılmaz buhrana ve kahredici umutsuzluğa rağmen; Suriye’den Libya’ya, Ege’den Mısır’a yaydığı militarist hareketlilik; yurtta da, dünyada da barışçı eksenden ciddi kayma yaşatmaktadır.

Ege’nin mütecavizi Yunanistan; durduk yerde mi Doğu Akdeniz’de cüretkar oluyor?

Dimyat’a pirince giderken, Türkiye evdeki bulguru da elden çıkarıyor!

ABD ile AB’nin yıllardır başaramadığını, AKP uyguladığı dış politikayla başardı: Nitekim Ürdün ve Mısır’dan sonra Arap devletleri başkantini Kudüs’e taşımış olan İsrail’i tanımak için sıraya girdi. BAE ile Bahreyn anlaşma imzaladı. Oman, Fas, Sudan, Suudi Arabistan ve Katar sıra bekliyor.

Mekke İmamının bu aşamada Peygamber’in Yahudi komşularına ne kadar iyi davrandığını vaaz etmesi sebepsiz midir? Selefi tarikatların Türkiye’de silahlanıyor olmaları anlamsız mıdır?

Batı Akdeniz’den Hciaz’a, Balkanlardan Orta Asya’ya yaygın olan Sünni İslam’a lider olma hayalperestliği, Türkiye’yi Ege ve Akdeniz’de hapsolma durumuna düşürmektedir. Öngörüsüzlük ve basiretsizlik; Türkiye’yi güneyde Rusya ve Amerika ile sınırdaş yapmış; Yunanistan’ı 15 Mayıs 1919 küstahlığına vardırmıştır.

Yurt içindeki dinci ve politik bezirganlık ile dış politika yürütmenin sonuçları bundan başka ne sonuç verecekti?

Demokratik yöntem ve koşullarla iktidarda kalma olasılığını yitiren bir hükümet; dışarıda yarattığı açmazlar ve çeşitli ayak oyunlarıyla iktidarda kalmaya kalkarsa; kuşkusuz kendisiyle birlikte ülkeyi de batıracaktır.

Böylesi durumun en açık örneğini, en acı şekilde Türk halkı olarak biz yaşadık: Çünkü Osmanlı Hanedanı, saltanatı sürdürmek uğruna 600 yıllık bir imparatorluğu Sevr’le teslim etti. Acıları Türk ulusu çekti ve borçları da 1954 yılına kadar ödedi.

Yüce Tanrı, benzer durumu bu millete bir daha yaşatmasın.

Bu bir temennidir. Ama temennilerle ne Ege’de, ne doğu Akdeniz’de ve ne de Suriye ile Kıbrıs’ta sorunlar çözümlenemez.

Gerçek çözümler, ancak kurtarıcı ve kurucu Kuvayi Milliye lideri akılcılığı, anlayışı ve kararlılığıyla gerçekleşir. Aksi halde, Mısır’ın Ürdün ve Irak ile bağlarını güçlendirmesinin, Yunanistan’la kerhen MEA anlaşma yapmasının mesajı anlaşılmamış olur.

Zaten anlama ve algılama yetisi olsaydı; Rumlar, İsrail ile işbirliği yaparak Doğu Akdeniz’de ön alabilir miydi?

Doğu Akdeniz adaları da denilen Ege’deki 12 ada ile birçoklarının 1911’da İtalya’nın Trablusgarp’ı işgalini gidermek karşılığında; Uşi anlaşması ile İtalya ve Yunanistan’a bırakıldığı tarihi bir gerçektir. Bu gerçeği inkar ederek Lozan’a bağlayan bir gafil dışişleri bakanı ile diplomatik başarılar elde edilir mi?

AKP-Tarikatlar Koalisyon Hükümeti, “dinci ve kinci” kadrolaşmalarla Türkiye’yi uçurumun kenarına getirmiştir. Mütevazi bir yurttaşın aklına, Mekke İmamı açıklaması Amerikan Başkanı Nixon’un bir talimatını getiriyor:

“Müslüman ülkelerde demokrasiye izin veremeyiz. Eğitim sistemini o ülkenin İslamcı hocalarına teslim edelimki; başlarındaki çobanı ele geçirip o ülkeyi biz yönetelim. Bu doğrultuda çalışılmalı ve ona göre tedbirler almalıyız” demişti.

Yaşananlar bu görüşü doğrulamıyor mu?

1947’de ne denmişse aynısı yapılıyor!

Bu bir teo strateji değil midir?

Kore’yi Moon Tarikatı aracılığıyla teslim alan ABD, Adnan Menderes destekli Saidi Nursi ile 1950’lerde yapamadığını; 1980’lerden sonra 12 Eylül’ün taşlarını döşediği yolda Fetullah Gülen ile gerçekleştirmeye başladı. Fetö; dönek “solcu aydınlar” ve Abant Toplantıları ile AKP iktidarını tahkim etti. Demokratik laik sosyal hukuk rejimini değiştirecek, Amerikan düşünce kuruluşlarının Türkiye’ye yönelik ütopyalarını gerçekleştirecek düşünsel alt yapı taşlarını döşediler. YAŞ toplantılarında korunanlar ile TSK ele geçirilmeye çalışılarak “kumpas davaları” tezgaha kondu.

Amerika, Özal döneminden edindiği alışkanlıkla Türkiye üzerinden Irak’a girmek istediğine; engel olan Bülent Ecevit’i planladığı bir projeyle ekarte etti. Kasım 2002’de Fetullah ve diğer tarikatlar ile koalisyon halinde AKP’yi iktidara taşıdı. Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar eş başkanlığıyla BOP’u uygulanmaya koydu ve Arap Baharı başlatıldı. Hedeflenen devletler de, eş başkanlar da yazık ki Müslüman idi.

Arnavut’un Enver Hoca’sından kaçanlar; Pansilvanya’da konuşlandırılmıştı. Türkiye’den kaçan Fetullah Gülen’in de ayni Pansilvanya’da konuşlandırılmasının bir anlamı yok muydu?

AKP ile Tarikatlar koalisyonu; Humeyni türü bir rejim amaçlamış. Ama AKP Genel Başkanının Cumhurbaşkanı olmasından sonra kimin halife, kimin emirülmümin olacağı konusunda başlayan ayrışma; “kasa” ve “ayakkabı” dolarları paylaşıma anlaşmazlığı, ipleri koparmıştır. Amerika da gecikmeye meydan vermeden FETÖ örgütünü 15 Temmuz’da harekete geçirmiştir

AKP hükümetleri bundan ders çıkarsaydı; ulusal bütünlük ve demokrasiye sahip çıkma anlamında düzenlenen ve bütün demokratik örgütlerin katıldığı Yenikapı Mitingi’nde Gülen’in farklı versiyonu olan “Cüppeli” adlı tarikat liderini devlet protokolüne dahil etmezdi! Ensar vakfından Uşşakiye tarikatına, Şehvetiye tarikatından Selefiye’ye kadar istismar ve silahlanmalara meydan bırakmazdı.