Türkiye Başbakanı Recep T. Erdoğan, durduk yerde Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ı kardeş ilan etti. Ardından ortak kabine toplantısı yaptı. Sonra iki aile olarak birlikte tatil yaptılar. Daha sonra Recep T. Erdoğan; İhvan’ı iktidar ortağı yapmaya yanaşmayan Beşar Esat’ı “düşman ve elikanlı Eset” olarak ilan etti.

Belki de BOP eşbaşkanı görevi gereğiydi; bilinmez.

“Stratejik ortak” olan ABD, Arap Baharı operasyonundan sonra; Suriye’nin kuzeyinde Akdeniz’e varacak bir koridor oluşturma niyetini açığa vurdu. Irak’ın Barzanistanını bu koridor yoluyla denize ulaştıracak; Suriye’yi Irak’a çevirecek planı uygulamaya koymuştu. Türkiye’nin PKK’nın kolu kabul ettiği PYD’yi tırlar dolusu silah ve mühimmatla takviye ediyordu. Suriye ise, Rusya ile İran’ın desteğiyle büyük bir direnç gösteriyordu.

Tam da bu sırada, manevra yaparken sınır ihlal ettiği gerekçesiyle Türkiye bir Rusya uçağı düşürdü.

KGB tecrübeli Rusya Devlet Başkanı Putin; bir yüksek diplomasi sergiledi. Misilleme yapması beklenirken, Türkiye’nin özür dilemesi koşulları yaratarak “Astana süreci” başlattı.

ABD, BOP eşbaşkanını kaptırmakla mat olmuştu.

Türk ordusu, “koridor” engelleyecek şekilde kuzey Suriye’de; Fırat’ın batısında mevzi edindi.

Bununla kalmayarak Rusya’dan S 400 aldı.

Rahibin serbest bırakılması için baskı yapan Amerika; tehditler savurmaya devam etti. FETÖ ve Zarraf kartlarını açtı. Amargo uygulayacağı, ekonomiyi batıracağı tehditlerine paralel olarak PYD donatmayı yükseltti ve “kara gücü” olarak ilan etti.

Astana aktörleri, SOÇİ mutabakatı ile Suriye toprak bütünlüğün korunmasından yana olduklarını açıkladı. “adana Mutabakatı” hatırlatılan Türkiye; eğitip donattığı ÖSOSMO ile El Kaide türevi cihatçı örgütleri sıkıştıkları İdlib’den tahliye etme vaadinde bulundu.

Bunun üzerine Rusya, topraklarına egemen olmak için sürdürdüğü operasyonlara vermesini, ateşkes sürecini sağladı.

Geçen süreye rağmen Türkiye, vaadini yerine getiremediği gibi, ilerlemeye başlayan ve bazı Türk Gözlem Noktalarının bulunduğu alanlara egemen olunca da rahatsızlığını dile getirdi. Bunula da yetinmeyerek sınıra askeri yığınağa başladı.

Bu arada ABD düşünce kuruluşlarından olan RAND Corporasyon raporu Türk medyasının gündemine oturdu. Yandaş basın “darbe” yorumu yaparken, hükümet “FETÖ’nün siyasi ayağı” tartışmaları ile Elazığ depremi ve piste çakılan uçak olayları nedeniyle sıkışmıştı.

CFR üyesiH. Barkley, “Ortadoğu’daki Kürtler’in Stratejik Gelecekleri” konusunda çalışıyordu. FETÖ’cü darbeden iki ay kadar sonra; F. Gülen’e ait olan “hizmet news ,.com” adlı internet sitesinde bir makale yayınlamış; 15 Temmuz günü Büyükada’da olduğunu belirtmişti. Darbe girişiminde bulunanların bir koalisyon (“kimileri ordudan 100 kadar subay, kimileri F. Gülen bağlısı ve kimileri laik Kemalistler”) olduğunu savunmuştu. F. Gülen’i de “Pensylvanya’da inzivaya çekilmiş din adamı ve hükümetin müttefiki” olarak tanımlamıştı. Böylece hem Gülencilerin darbedeki etkilerini hafifletmek ve hem de Kemalistleri hedef göstermek istemiş.

Keza hem Türk medyasının Amerika’yı düşman göstermesinden, hem Türk hükümetinin bunları düşünmekten uzak olmasından yakınmıştı. Ama aslında Türk Ordusuna olan kinini ifade ediyordu. Çünkü daha 26 Mart 2003 tarihinde Utah Ünüversitesi’ndeki “Felaket ile Flört: Türkiye-Irak-ABD” adlı toplantıda bir tebliğ sunmuş. 1 Mart tezkeresinin TBMM’de ret edilmesini değerlendirmiş. “Bir İslami parti tek başına iktidara geldi. O güne kadar Türkler AB’ye mesafeli yaklaşıyordu. İlk kez bir Türk hükümeti, -AB’ye girmek istiyoruz, onların kriterleri bizim için ölçü olur- diyor (…) Bu demokratikleşme sürecinde biz orduyu çok sıkı kafese kapattık” diye bir itirafta bulunmuştu!

Aynı sunuşunda AB sürecinin Türk Ordusu’nun tutumuyla darbe yediğini öne sürerek; “biz umut ettiğimiz kadar Saddam’ı çabuk devirirsek; 1 Mart tezkeresi bir yıl içinde unutulur” demişti.

Bu toplantıdan dört ay sonra, 4 Temmuz 2003 tarihinde ABD kuvvetleri, süleymaniye’deki 11 subayımızı, başına çuval geçirerek tutsak etmiş; tezkerenin intikamını almıştı.

İntikam ile tatmin olmayanlar; “Suriye’de Türkiye, Rısya ortak mı düşman mı” konulu bir panel düzenlemiş. Ordudan atılan 100 kadar subayın ABD’ye yakın ve NATO’ya inanlar olduklarını açıklamıştır. Bu tanımlamayla aslında “Ergenekon” ve “Kumpas” davalarının etimolojisi açıklanmıştır.

Bu değerlendirmelerin sahibi olan CFR (ABD Dış İlişkiler Konseyi) üyesi Barkley’in İDLİB açmazı aşamasında Ankara’ya gelmesi, “şehitlerimiz” diyerek taziyede bulunması, basit bir dostluk jesti miydi?

İdlib’den Türkiye’ye peş peşe şehitler geliyordu.

AKP Genel Başkanı; parti gurubunda Soçi Mutabakatı’na uyulmayacağını deklere ediyordu.

ABD fırsatı kaçırmazdı. Dış iilişkiler Konseyi-CFR (Concil on Foreing Relation) üyesi James Jeffrey PYD’yi unutturmak ve oluşan Amerika kaygılarını gidermek için Ankara’ya koştu. Arkasından Henri Barkey acılarımızı paylaşmaya koştu. Türkçe olarak “şehitlerimiz var, Türkiye’ye taziyelerimi bildiriyorum” dedi.

Soçi Mutabakatı gereği teröristlerin İdlib’ten tahliye ettirme vaadini ifada kaçınma için ısrarlı olmaya azmettirilmek mi isteniyor? Yoksa Libya’dan da şehitlerin gelmesi mi özendiriliyor?

Partili Cumhurbaşkanı, “bir gece ansızın gelebiliriz” açıklaması ile neyi amaçlamıştır?

Ardından gelen Patriyot talebinde bulunulduğu açıklaması neye takazadır?

Milli savunma Bakanı, toprak bütünlüğüne saygılı olunduğu Suriye topraklarına kalıcı olma anlamına gelen açıklamalar yaptı.

Kim kimi kandırıyor?

Ya da kandıran kim, kandırılan kimdir?

Kim kimi kime kırdırmak istiyor?